Yalnız hissedilir mi yoksa yalnız olunur mu? Hiç kalabalıklar içinde kendinizi yalnız hissedip aradınız mı en sabaha bir köşe? Etrafınız insanlarla doluyken, onlar hep bir şeyler söylerken sizin kulaklarınız sağır gözleriniz kör oldu mu? Ya da tam tersi zihninizde onlarca sese karşı kulak kabarttınız mı? Dinlediniz mi hiç kendinizi? Ne söylüyor size duydunuz mu? Bunların birini bile yapmayanların ben çok yalnızım diye zırlaması bana absürd geliyor. Yalnızlık dediğin görece bir şey değil çünkü bana göre. Sadece her şey gibi yalnızlığı da yanlış biliyoruz biz. Yalnızlık nedir diye sorulunca kafamızda hemen sahilde, denize bakan bir insan canlanır. Havada kuşlar, deniz masmavi, kişinin yüzünde hafif bir tebessüm falan filan. Ama burada atlanan kısım şu; o yalnız değil. Çünkü o bir insansız kalabalığın içinde. İnsansız kalabalık... Yani o bir kalabalığın içinde ama bu kalabalık samimi bir kalabalık. Gürültü yok. Onlarca farklı ses var ama bir tanesi bile diğerine değmiyor. Ve en önemlisi dünyası karanlık değil. Havaya bakıyor bulutlu, güvercinli bir gökyüzü. Önüne bakıyor masmavi bir deniz. Şimdi aynı şeyi birde burnunda kestane kokusu, kulağında vapur sesleriyle birlikte Kadıköy meydanında bankta oturan biri için düşünelim. Gözleri sabit bir noktaya bakan bu insanı düşündüğümüzde o insan yalnız değil ama işte yalnızlık dediğin öyle soyut bir kavram ki içinde mantık barındırmıyor. Aslında o insan derinlik bir yalnızlık içinde. O; kestane kokusunu, vapur seslerini duymuyor çünkü dünyası karanlık. Dünyası karanlık çünkü içinde tek bir sesle boğuşuyor ama bu tek ses içinde çığlık çığlığa. Başı şişiyor gürültüden. Etrafına bakıyor, insanları göremiyor bir türlü. Gittikçe küçülüyor, eziliyor yalnızlığı karşısında ama kimse anlamıyor. Çünkü kimseler için var olanın aksine o insan çok kalabalıkta...